23 Mart 2022 Çarşamba

 

Black Mask & Up Against The Wall Motherfuckers







































We are forces of chaos and anarchy                                                          Everything they say we are we are                                                                    And we are very                                                                                                 Proud of ourselves                                                                                             Up against the wall                                                                                             Up against the wall motherfucker                                                                  Tear down the walls                                                                                           Tear down the walls

Vietnam savaşının iyice kızıştığı bir dönemdi (1966-67). Ben Morea, Dan Georgiakis ve Ron Hahne gibi bir grup anarşist sanatçı bir araya gelmiş, ''Black Mask'' adında devrimci bir sanat hareketinden, Vietnam savaşını protesto etmekten, Wall Street’i işgal etmekten, Modern Sanatlar Müzesine kilit vurmaktan söz ediyorlardı...‘’Yeni bir ruh uyanıyor. Watts Sokakları gibi yanmakta olan bir devrimle yanıp tutuşuyoruz. Tanrılarınıza hücum ediyoruz...Müzeleri yıkın. Mücadelemiz duvarlara asılamaz. Geçmiş, başkaldırının darbeleri altında yıkılsın. Kahrolsun kültürünüz, biliminiz, sanatınız. Katliamlarınızın üzerini örtemezsiniz. Sanayiciler, bankacılar, burjuvalar, insanlığı katlederken sınırsız kibirleri ve adilikleriyle sanat depolamaya devam ediyorlar.’’ 

Girizgahı siktir edin, baştan alıyoruz.                                            

’’İnsanlarla savaşı ne zaman sona erdireceğiz Amerika? Al şu atom bombanı götüne sok’’ diyen Allen Ginsberg’i ve ‘’biri Amerika’yı havaya uçurdu, ibnenin teki belki, Afganistan’ı peki..  a bizim Amerikalı teröristlerimiz değildi!’’ diyen Amiri Baraka’yı bu denli öfkelendiren şey ne ise, günümüzde; ‘’normal insanlardan da siktiğim özgürlüklerin toprağı, cesur göt heriflerin diyarı olan bu ülkeden, tanrıdan, George’dan ve geri kalan her şeyden de nefret ettiğimi söyledim. Amerikalı olmak için, dedim, hiçbir şey bilmemek ve bundan bile azını anlamak gerekiyor’’  diyerek, birleşik devletlere girişen Aleksander Hemon’ı öfkelendiren şeyle aynı olduğu kesin. Sanat; namluyu, otoriteye doğrultmadığı müddetçe, seks shoplardan da temin edilebilir. Evvela, sanatçıyla mastürbatör arasındaki ilişkiyi kavramak gerek. Bu arada, Amiri Baraka'nın (bir bölmünü yukarıda alıntıladığım) şiirinden esinlenip Mayıs 1967′de ''Up Against The Wall Motherfuckers'' adını alan Black Mask’in öfkesini de adından okuyabilmekte yarar görüyorum.




















Devamı gelecek...

 

Antik ‘’Dünyalı’’ Bir Beatnik: Hipparkhia































‘’Benim yurdumun tek bir kulesi, tek bir damı yok. Dünyanın her yerinde kentler ve evler beni içinde barındırmaya hazır.’’

2 bin küsur yıl kadar önce yaşayıp, yaşadığı çağın sınırlarını aşan bir kadın, zamanın toplumsal değerlerini, politik düsturunu altüst etmeye girişmiş bir filozof Hipparkhia.  Kadınların ev hapsinde tutulduğu bir dönemde o, agorada seks yapmaktan çekinmiyordu. Kadına dayatılan gelenekçi sosyal rolü elinin tersiyle itip, felsefe tartışmalarına katıldı. Özgür aşk, aidiyetsizlik, cinsellik, evlilik, kadına yönelik şiddet ve ölüm hakkında çalışmalar yaptı, tragedyalar kaleme aldı.

Her şey, Hipparkhia’nın erkek kardeşi Metrocles’in bir felsefi söylev sırasında kusmasıyla başladı. Metrocles kendini aylarca eve kapattı, yemeden içmeden kesildi, kimseyle konuşmaz oldu. Bu olaya çok üzülen aile fertleri hemen Thebesli Krates’e haber gönderdiler. Bu işi çözse çözse, hayatın özünü sokak köpekleriyle birlikte sokaklarda arayan Krates çözebilirdi. Krates eve vardığında tüm aile etrafında toplandı. Sidik kokulu, yamalı togasıyla, çirkin ihtişamı ve kendinden emin adımlarıyla Metrocles’in yanına ilişti Krates. Etrafta derin bir sessizlik hakimdi. Bir müddet bekledikten sonra, sessizliği yaran bir gürültü koptu. Hastalıklı bir toplumda itibarsızlaşmaktan korkanlara adeta kıçıyla güldüğünü bildiren Krates’in bu müdahelesi; Metrocles’in hayata dönüşünün, Hipparkhia’nın aşk ve felsefeyle tanışmasının hikayesidir.











Hipparkhia, Krates’e duygularından bahsettiğinde, Krates üzerindekileri çıkarıp çırılçıplak karşısında durdu ve ‘’işte tüm varlığım bu, kararını ona göre ver’’ dedi. Hipparkhia bir an bile tereddüt etmedi, o da üzerindekilerden kurtuldu, uzun yıllar sürecek tensel ve tinsel birlikteliğin hikayesi böyle başlamıştı işte.

Bir rivayete göre, dokuma tezgahlarında, gerçekleştirmeye cesaret edemedikleri hayallerini dokuyan kadınların arasında dolanan filozof Theodorus, bir tezgahın boş olduğunu görür ve kim olduğunu bilmediği bu kişiye sitemde bulunur. Buna karşılık beklenmedik bir cevap gelir: ‘’ O benim Theodorus ve sanıyorum ki dokuma tezgahı başında geçireceğim zamanı, daha yararlı bir tinsel eğitim calışmasına harcadığım için, cezalandırılmayı hakettiğimi düşünmüyorsundur’’. Bu sözlerin sahibi Hipparkhia’dır.

Kinik felsefenin sefaletine sarılan Hipparkhia ve Krates, hayatları boyunca zenginliği ve lüksü reddettiler. İnsanlığa ayak bağı olan mülkiyete ve otoritenin sınırlayıcı, zorba tavrına karşı, sınırsız ve özgür bir dünya idealine kapılarak, gezgin bir bedende erdemi aradılar. Bir kelebek türüne Hipparkhia’nın adının verilmesinin sebebi de bu sanırım.

Yazının başına dönecek olursak; 2 bin küsür yıl, dile kolay, 2 bin küsür yıl öncesinden günümüz dünyasına, bu bilgeliği kucaklayabilecek insanı hala Diogenesvari aramaktayız.


 
















Georges Perec’in Uyuyan Adam’ı; kendi elleriyle, kendi azmiyle, kendisini kafese tıkmayı başaran bir türün, modern insanın yaratım (yalıtım) serüveninin, sağır edici bir keşmekeşin ortasında kendi iç serzenişlerine kulak tıkayanın hikayesidir.

İlk olarak 1967 yılında yayımlanan kitap, daha sonra 1974′te Bernard Queysanne’ın yönetmenliğinde, kitabın aslına sadık kalınarak sinemaya uyarlanmıştır. 

Jacques Spiesser’in canlandırdığı karakter, mekanik bir dünyada, sosyal intiharın sancılarıyla kıvranmaktadır. Herkesin birbirine benzediği bir dünyadır bu. Hızla, yeni benzerlerini yaratan. Mutsuz, umutsuz, her şeyin tükendiğini hisseden, kendini imha etmeye programlanmış seri üretimin otomatlarıdır onlar:










‘’Huzurlu bir parantezin içinde, vaatlerle dolu ama senin beklentin olmayan bir boşlukta yaşıyorsun. Görünmez, berrak ve şeffafsın. Artık yoksun: Saatler, günler, mevsimler geçtikten, zaman aktıktan sonra, neşe ya da üzüntü olmadan, gelecek ya da geçmiş olmadan, basit ve aşikar şekilde tıpkı musluktan damlayan su gibi, pembe plastik kapta yüzen altı adet çorap gibi.

Yaptıkların öğrenilmiş hareketlerden ibaret artık.

Ayak sesleri yankılanıyor. Ama yaşı olmayan bu yüzlerin, bu kırılgan ve çelimsiz çehrelerin,  bu kambur gri sırtlıların, sana ne kadar yakın olduğunu hissedebiliyor, gölgelerini takip ediyor, gölgeleri oluyor, saklandıkları o küçük deliklere gidiyorsun; sığınakların, mabetlerin onlarınkilerle aynı. Dezenfektan kokulu mahalle sinemaları, meydanlar, müzeler, kafeler, istasyonlar, metro, sebze-meyve halleri. Senin gibi parkların banklarında oturup, kumun üzerine aynı bozuk çemberi bir çizip bir silen umutsuz yığınlar, çöp kutularındaki gazetelerin okurları. Çemberleri aynı seninki gibi beyhude, aynı seninki gibi ağır.’’













‘’Kokuşmuş, çirkin, itici şehir. Mutsuz şehir, mutsuz sokaklardaki mutsuz ışıklar, mutsuz müzikhollerdeki mutsuz palyaçolar, mutsuz sinemaların önündeki mutsuz kuyruklar, mutsuz mağazalardaki mutsuz mobilyalar, karanlık istasyonlar, kışlalar, ambarlar, Grands Boulevards boyunca sıralanan kasvetli barlar. Gürültülü ya da terk edilmiş şehir, solgun ya da isterik şehir, virane, harap, kirli şehir. Engellerle, demir parmaklıklarla, çitlerle çevrili şehir. 

Toplu mezarların şehri...’’

 

Gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır...







Guy Debord, ‘’Modern üretim koşullarının hakim olduğu toplumların tüm yaşamı devasa bir gösteri birikimi olarak görünür. Dolaysızca yaşanmış olan her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır’‘ diyerek giriş yapar  Gösteri Toplumu’na. Bundan tam 22 yıl evveli ‘’yerinde bir gösteriyle’’, kalbine ateş ederek temsili bir delik açmıştır ruhumuzda.

1968 ruhunun bir nevi elmas sutrası sayılan La Société Du Spectacle (Gösteri Toplumu); insan doğasına yabancı yapay toplum dizaynına, tüketim teşvikleriyle kotarılan toplumsal ilişkilere, kapitalizme karşı devrimci, anarşist bir karşı duruşun, sitüasyonizmin manifestosudur. Bu karşı duruş fikrinin yaramaz çocuğu Debord; hayatımızın tüm alanında etkili olan gösteriye karşı, evvela yaşam biçimimizi değiştirmemiz gerektiği telkininde bulunur. Eğer gösterinin gerçekliği, her an yüzümüze çarpıyorsa, bu durumda oyunun özgürleştirici formuna sarılmalıyız.

Paul Lafargue’ın 1880′lerde kaleme aldığı Le Droit à La Paresse (Tembellik Hakkı) adlı eseri bilinen tüm radikal direniş yöntemlerinin aksine çok basit bir öneriyle karşımıza çıkar; ‘‘çalışın, çalışın proleterler, toplumsal serveti ve kendi yoksulluğunuzu artırmak için çalışın. Çalışın ki, daha da yoksullaşarak daha çok çalışmak ve yoksullaşmak için birtakım nedenleriniz olsun. Kapitalist üretimin acımasız yasası budur işte.’’ Lafargue, dünyanın tüm proleterlerine, ‘’yeter artık çaşıltığınız, biraz dinlenin’’ diyerek, asırlardır dayatılan realitenin dışına çıkma cüreti göstermişti. Elbette Guy Debord ve Sitüasyonist Enternasyonal için bundan daha iyi bir protesto düşünülemezdi. Sitüasyonistler, tembelliğin doğasına sarılarak, ‘’gündelik hayatın tarih öncesinden ortaya çıkışını başlatmak üzere’’ oyuna iştirak edilmesi kanaatinde birleştiler.
















Gösteri Toplumu’ndan önce 1960′da yayımlanan Sitüasyonist Enternasyonal Manifesto; ‘’herkesin ve her bir kimsenin özgürlüğünün garantisi, özgürce inşa edilen yaşamın, oyunun değerinde bulunmaktadır. Oyunun özgürleşmesi, yaratıcı özerkliği, dayatılan çalışma ve zevk arasındaki eski işbölümünün yerini alacaktır’‘ der.

Zamana çerçevelenmiş sanat sevicileriyle etrafımız çevrilmiş vaziyetteyken, eğer kurtuluş vaatleri gösterinin bir parçası değilse, anın örgütçülerini göreve çağırıyorum.